25 Haziran 2010

Efes Pilsen One Love Festival 9 - 1. Gün

Herkesin EPOL 9 ile ilgili yazıp çizdiği, Facebook’u açtığımda feed’imin EPOL 9 fotoğraflarından geçilmediği şu günlerde elbette ben de yazmalıydım kendi görüş ve deneyimlerimi, asla aşağı kalamam! Baştan uyarayım uzun bi’ yazı olacak, şimdiden üzerinize rahat bişiler alın :)

Oldum olası sevdiğim EPOL’ü bu sene de kaçırmayarak koşa koşa gittim. Daha önceden bileklik sahibi olduğum için o konuda bi’ sıkıntı çekmezken, girişte arkadaş ve sevdicek için “Olur böyle aksaklıklar” diyip geçiştireceğimiz cinsten tatsızlıklar yaşanmadı değil. Bileklik olayını da atlattıktan sonra günün en sinir bozan, düşündükçe hala bile kızdığım nokta olan üst baş aramasına geldik. Çantamda her zamanki gibi fotoğraf makinem ve zoom lens olmayan 2 adet lensim vardı. Üst baş araması yapan hanımdan tam geçer not almıştım ki birden bi’ başkasına “Amirim! Amirim!” diye seslenerek yolumu kesti. Çantamda sanki bomba bulmuşcasına gösterilen lenslerim başıma dert olmuştu! Amirim diye seslenilen adamın yanıma geldiği an şu diyalog yaşandı. Noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum:
A: İçeri giremezsin bunlarla!
B: Efendim? Nasıl giremem?
A: Giremezsin basbaya. Bırakman lazım bunları.
B: Pardon nereye bırakacakmışım?
A: Git arabana bırak.
B: Arabayla gelmedim, kaldı ki zaten içeride bu ve benzeri bi’ sürü fotoğraf makinesi olduğunu biliyorum. Ne olacak şimdi peki?
A: Ben bilmem, ama bunlarla giremezsin. Akreditasyonun var mı? Yok. Giremezsin.
B: Bakın “Bunlarla giremezsin diyorsunuz ama çözüm göstermiyorsunuz. Nereye bırakılacak peki bunlar?”
A: Git basın masasına bırak.
B: Olur mu öyle şey? Neden oraya bırakıyormuşum? Tanımadığım etmediğim insanlara neden makinemi ve eşyalarımı emanet edeyim?

Soruma cevap dahi alamadan, umursanmayarak Amir Bey tarafından sırt çevrildim. Her gördüğü lensi ölçüp biçmeden, insanlarla nasıl konuşacağını tartmadan ve Amir ağırlığını ele alarak sırt bile çevirebileceğini düşünen zihniyet karşısında ben de kendi çözümlerimi aramaya başladım. Birkaç yere telefon ettiğimi göz ucuyla takip eden Amir Bey bi’ anda ortadan kayboldu! Telefonlar sonucu yanıma gelen 2 görevli kimin beni neden içeri sokmadığını sorunca gösterecek tek bi’ kişi bile bulamadım; çünkü gitmişti! “Her neyse abi, bugünü zehir ettirmem kimseye” diyerek alana girdiğim an rengârenk, cıvıl cıvıl insanlar sayesinde resmen içim açıldı. EPOL’e gelen insanların her geçen sene üst baş konusuna daha çok önem verdiğini fark etmemek elde değil. Müzik festivaline mi geldik, moda şovuna mı belli değil! :) Belli olan tek şey insanların gerçekten festival ruhu taşıdığıydı. Ayrıca gözümden kaçmadı, herkes güzel havayı bulunca ayakları fora moduna getirmiş. Çıplak ayak gezen herkes sanırım Efes One Love boyunca çimenlerle tam anlamıyla bütünleşti.




Öncelikle alanı biraz turladık. Hangi standlarda neler yapılıyor, en çok nereye rağbet var diye baktığımızda Samsung’un açık ara önde olduğunu gördük. Şöyle ki, geçen sene minik bi’ standa milyon tane aktivite sığdırmış olan Samsung’un bu sene en arkada kendi sahnesi vardı. Samsung, Airstar 2 ve karaoke gibi aktiviteler sayesinde deli gibi seyirci ve deli gibi ilgi toplamıştı. Geçen sene standının Ana Sahne’ye yakın olmasından ve çok fazla insan çekmelerinden ötürü yetkililerin “Bu sene sizi biraz daha arkaya alalım” demiş olması kulağımıza gelmedi değil ;)







Samsung’dan sonra en büyük ilgiyi gerek standa duran elemanlarının kılık, kıyafet, saç, favori ve bıyık kombinasyonları gerekse devasa futbol toplu oyunu ile Bomonti topladı bence. Devasa topla oynanan futbol-hentbol karışımı oyunun cazibesine kapılanlar sahanın içine attılar kendilerini; fakat topun ağırlığına dayanamamış olmalılar ki yerlere düşenler mi ararsın, takla atanlar mı, ezilen seyirciler mi… Hepsi oradaydı! :)

Annem tembihlemişcesine Fischerspooner öncesi her türlü ihtiyacımı gidermek için program yaptım. Öncelikle birkaç bira içilecek, ardından karın doyurulacak, konserin hemen öncesinde de tuvalete gidilecek. Güzel ve soğuk Efes’lerden (1 bira=6TL) birkaç tane içtikten sonra yemek kısmına doğru ilerledik. Ayıptır söylemesi 1 adet dürüm sipariş ederken sıra beklediğimizde neredeyse bütün arkadaşlarımı görmüş kadar oldum. Festivallerin bu yanını seviyorum işte. Uzun zamandır görmediğin insanların hepsini tek bi’ gün içinde görüp sohbet edebiliyorsun :) Her neyse, acılı söylemediğim halde; ama acı sever bi’ insan olmama rağmen beni dragona çevirmiş olan acılı dürümden sonra keyif sigarası yaktığımız sırada görevli bi’ kız yanaştı ve bi’ sürü rengarenk iğnelerden verdi. Kendime “müdavim” ve “konser sakini” iğnesini kaptıktan sonra, laf aramızda, biraz da zorumla gelmiş olan sevdiceğe de “nerdeyim ben?” iğnesini layık gördük :)

Gel gelelim tuvalet mevzusuna… Her seferinde tam teçhizatlı kameraman gibi gittiğim konser ve festivallere bu sefer hazırlıksız geldim. Yanımda ne bi’ peçete ne de bi’ ıslak mendil vardı. Tuvalette bulacağımı umarak girdim tuvalet sırasına ve daha önce hiç rastlamadığım bi’ düzene rastladım. Tuvalet kabinlerinin bulunduğu alanın hemen girişinde duran görevliler bekleyenleri tuvaletler boşaldıkça parça parça alıyordu, ki bu da bana gayet mantıklı ve düzenli geldi. Ne kadar sıklıkla temizlendiğini öğrenemedim; ama tam ben girerken temizlik görevlileri gelmiş tüm kabinleri temizlemeye başlamışlardı. Zaten anlatacağım olay da tam bu noktada başlıyor. Her şey yolunda, tahminimden daha az kuyrukta bekleyip boş bi’ kabine atmışım kendimi; fakat çoğu kabinin kilidi doğru düzgün çalışmıyor, kabinler kitlenmiyor! Paçalarım leş olmasın diye kıyafetime mi mukayyet olmaya çalışayım, kilidi bozuk kapıyı mı tutmaya çalışayım, yoksa yüzyıllardır o anı bekliyormuşcasına mutluluğa mı erişeyim gibi düşünceler ile boğuşurken hiç beklemediğim bi’ anda görevlinin zart diye kapıyı açması ve aslında saliselerle sınırlı ama ikimiz adına 10 dakika utanç içinde ne yapacağımızı bilmeden geçirdiğimiz zamanda kapatması bir oldu! Şikayetçiyim arkadaş tüm kilidi bozuk ve tuvalet kağıdı bitmiş kabinlerden!

Geçen sene Otto Santral’de Fischerspooner’ı elimi atsam dokunacak kadar mesafeden izlemiş biri olarak bu sene gerilerde kalmış olmanın hüznünü yaşarken bi’ yandan da biraz uzaktan; ama ıkış tıkış olmadan, çok net izlemiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Geçen gelişindeki kostümlerinin birkaç eksik ile aynılarını giymiş olsa da bu kez dansçıları 1-2 farklı kostümle sahnedeydi. Ha bi’ de çekik gözlü dansçısı haricinde 1 erkek dansçı daha vardı. Sahne dekoru olarak kostüm askılıklarının yanı sıra Casey’nin arkasında duran, boyundan büyük ve tekerlekli 2 ayna bulunuyordu. Performansı en az 1 önceki kadar iyi olan Casey’nin bu kez sanki çenesine vurmuş gibiydi. Seyirci ile sürekli diyalog halindeydi ve bunu o kadar başarılı bi’ şekilde yapıyor ki adamın samimiyetine bayılmamak mümkün değil! Yalnız sadece minik bi’ eleştirim olacak o da konser boyunca şarkılar arasında süreklilik yoktu. Şöyle ki yeni şarkı başlayacağı zaman ya dansçılar kostümleri giymede gecikti diye yeni şarkının 3-5 notası girdiği an kesildi, ya muhabbeti geldi kesildi vs vs… Emerge şarkısının başında şarkının sözünü bilenleri soruşturdu ve ardından seyirciler arasında duran ve “You’re gorgeous! Come here!” dediği Eylül’ü sahneye çıkarttı. Eylül’ü tanıdığımdan değil, sadece ismini telaffuz ederken “Ooh those Turkish names!” diyerek defalarca Eylül demeye çalıştığı için kızın ismi ister istemez aklıma kazındı :) Dansçılar Eylül’e pırıl pırıl parlayan bi’ ceket giydirdi, sırtına siyah kanatlar taktı ve Casey de eline mikrofonu tutuşturup sahnenin bi’ köşesine çekildi. Ne yalan söyleyeyim Eylül de seyirciyi coşturdu. (Fotoğraf için tıklayın.) Bu arada unutmadan söyleyeyim Casey’nin Twitter’ını takip ediyorum uzun zamandır. Konser sonrası Eylül kendisine teşekkür tweet’i göndermiş, Casey de bunu RT etmiş. Buradan görebilirsiniz.

Casey, konseri çoğu kişinin favori parçası olan Never Win ile bitirdikten sonra stage diving yapma niyetinde olduğunu hemen belli etti tabi. Tam sahneden kendini insanların üzerine bıraktı ki “Hadi abi, hadi!” der gibi sahne ışıklarının söndürülmesi bir oldu! Her ne kadar Casey’nin durumunu net görememiş olsam da bacaklarının sürekli havada, oradan oraya gittiğini görmek de yetti.

Çok Groove Armada insanı olmadığımız ve de ayaklarımızın artık zonklama aşamasına geldiği için Fischerspooner’ın sahneden ayrılmasıyla biz de ufak ufak eve dönüş yolunu tuttuk. Bütün gün “Ben de fırıldak istiyorum!” diye tutturmuş olan ben, girişte kova kova fırıldaklara saldırdım ve sanırım One Love’ın ilk günü için hatırladığım son karem bu oldu :)Alanın hemen çıkışında kapının çevresine birikmiş esnaf görüntülü insanlar alandan çıkan herkesi taciz eder gibi yanına yanaşıp “Şu bilekliği verin de biz de girelim birader!” demeleri aşırı rahatsız ediciydi. Kapı önü güvenliği gibi herhangi bi’ görevli de görmedik zaten. Ana cadde üzerinde birikmiş taksiler içeride “Ya taksi bulamazsak? Bu yorgunlukla sürünürsek? Ya asla eve dönemezsek?” paniğimize ilaç gibi geldi; fakat onlar da sıra kapmaca mevzusu yüzünden kendi aralarında tartışıyorlardı. Anlayacağınız çoğu konser çıkışında olduğu gibi Efes One Love’ın da çıkışı biraz harala güreleliydi. Eve vardığımızda enerjimin sıcak ve güneş tarafından tamamen emilmiş olduğunu, ayaklarımın da koparcasına ağrıdığını söylersem yalan olmaz.
Değdi mi?
Bu da soru mu! :)

Hiç yorum yok:

 
.fc-sectitle { color:#FFFFFF!important; }